6098 SAYILI TBK
Aşkın Zarar Başlıklı Madde 122
“Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.
Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder.”
Munzam zarar sorumluluğu, kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukuki bir sonucudur. Borçlu para borcunu vadesinde ödemediğinde sözleşme veya yasada belirlenen gecikme faizi ödeme yükümü altına girer. Bu durumda alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O nedenle alacaklıya uğradığı zararı ispat yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın yasa gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır.
Munzam zarar; borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuki ayrılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur.
Alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispat etmekle yükümlü değildir. Aksine, borçlu temerrüde düşmekte kusursuzluğunu kanıtlamakla yükümlüdür.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2017/ 18-2800 E. , 2021 / 1629 K. sayılı kararında;
“Yargıtay HGK’nın 10.11.1999 gün ve 13-353/929 Sayılı kararında vurgulandığı üzere; munzam zarar sorumluluğu kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukuki bir sonucudur ve alacaklının zararının faizi aşan bölümüdür. Borçlu para borcunun vadesinde ödemediğinde (temerrüt) oluştuğunda sözleşme veya yasada belirlenen “gecikme faizi” ödeme yükümü altına girer. Bu durumda BK’nın 103. maddesi uyarınca alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O nedenle alacaklıya, uğradığı zararı ispat yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın yasa gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır.”
Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 2020/ 10700 E. , 2021 / 10183 K. sayılı kararında;
“Alacaklının zararı her zaman temerrüt faizi ile karşılanmayabilir ve alacaklı, temerrüt faizini aşar şekilde zarara uğramış olabilir. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmemiş ve borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan durum arasındaki farktır. Munzam zarardan sorumluluk, borçlunun temerrüde düşmekteki kusuruna dayanan bir sorumluluk olup kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlunun temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını ispat etmekle yükümlü olup borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak, temerrüde düşmekte kusuru olmadığını kanıtlayarak munzam zarar sorumluluğundan kurtulabilir.
Kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faizi yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında munzam zarar gündeme gelebilir. Borcun dayanağının haksız fiil, sözleşme yahut sebepsiz zenginleşme olması önemli değildir. Munzam zararın hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borç olup bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyla, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak kabul edilemez. Bu nedenle asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazî kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile on yıllık zamanaşımı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür.”
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 2014/731 E. , 2014/19357 K. sayılı kararında;
“Dava, munzam zararın tazmini istemine ilişkindir… Somut olaya uygulanması gereken mülga 818 sayılı BK’nın 105. maddesi hükmü uyarınca, alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile yükümlüdür. Anılan hükümden anlaşılacağı üzere, böyle bir zararın varlığı halinde, davalı ancak kendisine hiçbir kusur izafe edilemeyeceğini ispat ederek kurtulabilmesi mümkündür. Mahkemece, davalının, asıl alacak davasını chargeback süresi dolmadan açtığı, daha sonraki yargılama sürecinin uzamasında da davalının bir kusurunun bulunmadığı, netice itibariyle davalının bir kusurunun olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Sahtecilik ihbarı sonrasında, Uluslar Arası Kredi Kartı Kuruluşları kurallarına göre davalı bankanın işlemle ilgili olarak davacı adına tahakkuk eden para üzerinde 2 yıllık süre ile sınırlı olarak bloke koyma hakkı olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar, davacı taraf bu süreyi beklemeden tahsil davasını erken açmış ise de anılan süre yargılama sırasında dolmuştur. Bu sürede ve sonrasında da davalı bloke edilen parayı iade ettiğini veya iade etme zorunda olduğunu kanıtlayamamış, süre dolmasına rağmen davacı hesabında bloke koyduğu parayı ödemekte direngenlik göstermiştir. Başka bir anlatımla, davalının, aleyhine erken tahsil davası açılmasına rağmen 2 yıllık süre dolduktan sonra davacıya kredi kartıyla yaptığı satış bedelini ödeme imkanı varken bu imkanı kullanmamış, alacağını geç almasına neden olmuştur. O halde, davalının geç ödemede kusursuz olduğunun kabulü doğru görülmemiştir.
Bu durum karşısında, davalının alacağın geç ödenmesinde kusurlu olduğu kabul edilip, davacının kuyumculuk işleriyle uğraştığı, munzam zarar istemini alacağını zamanında tahsil etseydi altın alacağı, buna yatırım yapacağı iddiasının hayatın olağan akışına uygun bulunduğu, munzam zarar isteminin buna göre değerlendirilmesinin gerektiği dikkate alınıp, denetime uygun bilirkişi raporu alınıp, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına BOZULMASINA…”
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2017/154 E. , 2019/5415 K. sayılı kararında;
“Bu nedenle davacının iadesini isteyebileceği miktar belirlenirken “denkleştirici adalet” düşüncesi gereği ödenen bedelin alım gücünün ilk ödeme günündeki alım gücüne ulaştırılması ve bu şekilde iadeye karar verilmesi gerekir. Bu nedenle denkleştirici adalet ilkesi gereğince güncelleme yapılırken, satış bedeli olarak verilen paranın dava tarihi itibariyle enflasyon, tüketici eşya fiyat endeksi, altın ve döviz kurlarındaki artışlar, memur maaş ve işçi ücretlerindeki artışlar gibi çeşitli ekonomik etkenlerin ortalamaları alınmak sureti ile uygulama sonucu ulaşacağı alım gücü, belirtilen ilke ve esaslar dikkate alınarak bu konu da uzman bilirkişi veya kurulundan Yargıtay denetimine elverişli rapor alınarak belirlenmeli ve bu yolla belirlenecek miktara hükmedilmelidir.” şeklinde belirlemelere yer verilmiştir.”
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2021/ 12-938 E. , 2022 / 401 K. sayılı kararında;
“6098 sayılı TBK’nın 122. maddesi (Mülga BK’nın 105.) maddesi uyarınca, alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.
Ülkemizde süregelen enflasyonun belli yıllarda yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin (kurların) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredileri faizlerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım (satım) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız ve yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır. Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması, örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur. Gerçekte de, anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl biçimde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de doğal bir sonucudur. Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu takdirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerin de bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir.”
Anayasa Mahkemesi Genel Kurul’unun 2014/2267 E. , 21.12.2017 T. kararında;
“D. Başvuruya Konu Munzam Zararın Tazmini Davası Süreci
22. Başvurucunun sözleşme kapsamında yararına hükmedilen alacağının DSİ’den geç tahsil edilmesi nedeniyle uğradığı munzam zararın tazmini istemiyle 16/3/1995 tarihinde açtığı dava 15/12/1998 tarihinde tefrik edilerek aynı Mahkemede yargılamaya devam olunmuştur.
23. Başvurucu, tefrik edilen bu davada munzam zarar tazminatı olarak 500 TL’nin reeskont faiziyle birlikte davalı idareden tahsilini talep etmiştir. Başvurucu, bu yargılama devam ederken 17/2/2005 tarihinde Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinde yine munzam zarara dayalı tazminat istemine ilişkin DSİ aleyhine bir dava daha açmıştır. Bu dava, aralarındaki bağlantı nedeniyle Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen dava ile birleştirilmiştir. Başvurucu, birleştirilen bu davada ise toplam 1.010.000 TL tutarında tazminat talebinde bulunmuştur.
24. Mahkeme; hukukçu, mali müşavir ve inşaat alanlarında uzman üç kişiden oluşturulan Bilirkişi Kurulundan 1/12/2004 tarihinde rapor almıştır. Bilirkişi Kurulu raporunda, tüketici fiyatlarına göre alacağın geç ödenmesi nedeniyle başvurucunun uğradığı zarar ve kur, mevduat faizleri ile tüketici fiyatları ortalamasına göre uğradığı zarar ayrı ayrı gösterilmiştir. Rapora göre enflasyon oranlarına göre başvurucunun zararı 7.848.069 TL olup başvurucunun ortalama munzam zararı ise 16.917.638 TL’dir. Raporda ayrıca değişik ölçütlere göre munzam zarar hesabı da yapılmıştır. Bu doğrultuda taraflar arasındaki ek sözleşmelere göre, alacağın zamanında tahsil edilememesi nedeniyle faal olunmamasına ve başvurucunun bu süreçte taşınır ve taşınmaz mallarını satmış olmasına göre ayrı ayrı hesaplamalar yapılmıştır.
26. Dairenin 21/6/2007 tarihli ilamıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Bozma ilamında, munzam zararın ancak asıl alacağın faiziyle birlikte ödendiğinin 22/9/2002 tarihinde tespit edilebileceği belirtilerek eser sözleşmelerindeki beş yıllık zamanaşımı süresine göre davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesinin doğru olmadığı belirtilmiştir. Daire ayrıca 818 sayılı mülga Kanun’un 105. maddesine göre, alacaklının uğradığı zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu takdirde borçlunun -kendisine bir kusur yüklenmedikçe- zararı karşılamakla yükümlü olduğunu belirtmiştir. Daireye göre somut olayda çözümlenmesi gereken sorun, başvurucunun tahsil ettiği temerrüt faizini aşan bir zararının oluşup oluşmadığıdır. Daire, başvurucu Şirketin munzam zararı somut delillerle ispat etmesi gerektiğini kabul etmiştir. Daire; buna örnek olarak başvurucunun alacağını tahsil edememekten ötürü yüksek faizle borç para aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında alsaydı yabancı para ile ödemek zorunda olduğu borcunu geçen süre içinde gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını, illiyet bağını da içerecek şekilde kanıtlamak durumunda olduğunu bozma ilamında belirtmiştir. Daire, somut olay bakımından ise bu ilkelere dayalı bir inceleme yapılmadığını kabul etmiş ve yeni bir bilirkişi incelemesi yapılarak başvurucunun varsa munzam zararın tespit edilmesi için hükmü bozmuştur.
…
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. Mevzuat Hükümleri
32. 818 sayılı mülga Kanun’un “Munzam zarar” kenar başlıklı 105. Maddesi şöyledir:
“Alacaklının duçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.
Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hakim, esasa dair karar verir iken bu zararın miktarımdaki tayin edebilir.”
33. Bu Kanun’u ilga eden 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Aşkın zarar” kenar başlıklı 122. maddesi şöyledir:
“Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.
Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder.”
34. 4/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun’un “Temerrütfaizi” kenar başlıklı 2. maddesi şöyledir:
“(Değişik: 15/12/1999 – 4489/2 md.) Bir miktar paranın ödenmesinde temerrüde düşen borçlu, sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça, geçmiş günler için l inci maddede belirlenen orana göre temerrüt faizi ödemeye mecburdur.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının önceki yılın 31 Aralık günü kısa vadeli avanslar için uyguladığı faiz oranı, yukarıda açıklanan miktardan fazla ise, arada sözleşme olmasa bile ticari işlerde temerrüt faizi bu oran üzerinden istenebilir. Söz konusu avans faiz oranı, 30 Haziran günü önceki yılın 31 Aralık günü uygulanan avans faiz oranından beş puan veya daha çok farklı ise yılın ikinci yarısında bu oran geçerli olur.
Temerrüt faizi miktarının sözleşmede kararlaştırılmamış olduğu hallerde, akdi faiz miktarı yukarıdaki fıkralarda öngörülen miktarın üstünde ise, temerrüt faizi, akdi faiz miktarından az olamaz.”
B. Uluslararası Hukuk
39. AİHM, istikrarlı olarak kamu makamlarınca yapılacak ödemelerin gecikmesini faiz ödemeleriyle ilişkilendirmektedir. AİHM’in çeşitli kararlarında, makul olmayan bir gecikme nedeniyle tazminatın değer kaybettiği durumlarda bu tazminatın yeterli olamayacağı belirtilmiştir (Angelov/Bulgaristan, B. No: 44076/98, 22/4/2004, § 39). Nitekim böyle başvurularda AİHM, esas itibarıyla kamu makamlarının geçen süre nedeniyle ödenmesi gereken tutardaki değer kayıplarını telafi etmek için gecikme faizi ödeyip ödemediğini dikkate almaktadır. Kısacası AİHM; mülkiyet hakkı kapsamında faiz ödemesini, esasen devletin borçlu olduğu tutar ile alacaklı tarafından nihai olarak alınan tutar arasındaki enflasyon nedeniyle oluşan değer kayıplarını giderme yükümlülüğüyle ilişkilendirmektedir (Akkuş/Türkiye, B. No: 19263/92,9/7/1997, §29).
40. Devlet tarafından ödenecek bir bedelin enflasyon karşısındaki değer kayıplarında AİHM, ikili bir ayrıma gitmekte; mahkemelerce belirlenmiş bir para alacağının ödenmemesi hâlinde daha katı bir tutum sergileyerek %5’e kadar değer kayıplarını hesaplama faktörlerindeki değişkenlerle ilgili kabul etmektedir (Arabacı/Türkiye (k.k.), B. No: 65714/01, 7/3/2002). Çünkü ödemelerin geç yapılması, mahkeme kararlarının icra edilmesi ile ilgili bir sorun olarak görülmektedir. Mahkemelerde geçen yargılama süresindeki enflasyon nedeniyle kamulaştırma bedelinin değer kaybı yönünden ise meydana gelen farkın tazminatın belirlenmesi yönteminden kaynaklandığı ve bu konuda kamusal makamların belirli bir takdir yetkisinin olduğu da gözetilip bu farkın başvurucular açısından aşırı bir yük getirip getirmediği incelenerek karar verilmektedir (Aka/Türkiye, B. No: 19639/92, 23/9/1998, §§41-51; Güleç ve Armut/Türkiye (k.k.),B. No: 25969/09,16/11/2010).
41. AİHM’in Eko-Elda Avee/Yunanistan (B. No: 10162/02, 09/03/2006, §§ 23-31) kararında; haksız olarak tahsil edilen verginin 5 yıl 5 ay sonra faizsiz olarak iade edilmesi, belli bir meblağdan yararlanma hakkı uzun süre engellenen başvurucunun mali durumunda önemli bir zarara yol açması nedeniyle ölçülü görülmemiş ve mülkiyet hakkının ihlaline karar verilmiştir.
42. Yine benzer şekilde Sefine Baş/Türkiye (B. No: 49548/99, 24/06/2008, §§ 58-64) kararında da tazminatın değer kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkin şikâyet incelenmiştir. Başvuruya konu olayda, idare mahkemesince başvurucunun 15/9/2003 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere dul aylığına hak kazandığı kabul edilmiştir. AİHM öncelikle, idare mahkemesinin kararının talep edilebilir bir “alacak” oluşturduğu ve bu nedenle başvurucunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesi anlamında mülkiyet oluşturan bir hakkının mevcut olduğunu belirtmiştir. Mahkeme ayrıca, Emekli Sandığına başvurduğu tarihten itibaren geçerli olacak şekilde geriye dönük olarak bu hakkın başvurucuya tanındığını vurgulamıştır.
Bununla birlikte AİHM, başvurucuya salt bu hakkın tanınmış olmasının başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmadığını kabul etmiştir. AİHM’e göre, mağdur sıfatının ortadan kalkması için ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir. Mahkeme bu çerçevede başvurucunun banka hesabına yatırılan paranın yargılamada geçen süre içinde uğradığı maddi kaybın sonuçlarını gidermeye yetmediğini belirtmiştir. AİHM, geçen sürenin yalnızca devlete yarar sağladığını ve ilgili dönemde Türkiye’de paranın hızla değer kaybettiğini gözönüne alarak başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
43. Ayrıca AİHM; Kat İnşaat Ticaret Kolektif Şirketi-İsmet Kamış ve Ortakları/Türkiye ((k.k.), B. No: 74495/01, 31/1/2006) kararında, ilke olarak alacağın geç ödenmesinden doğan bir zararın varlığının ileri sürüldüğü durumlarda enflasyon oranı esas alınarak faiz ödenmesi suretiyle zararın giderilebileceğini kabul etmiştir. Aynı ilkeye, benzer şekilde ve bu karara atıfla daha önce değinilen Naci Balkar (Baltutan) ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye kararında da yer verilmiştir.
V. İNCELEME VE GEREKÇE
…
ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü
57. Başvuru konusu olayda, başvurucunun alacağının değer kaybına uğratılarak ödenmesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği kuşkusuzdur. Başvurucunun alacağına geç kavuşmuş olmasının mülkiyetinden yoksun bırakılması niteliği taşımadığı ve müdahalenin mülkiyetin kontrolü veya düzenlenmesi amacıyla da yapılmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin “mülkiyetten barışçıl yararlanma” ilkesine ilişkin birinci kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.
iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
58…. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarkan ve Afife Tarkan, § 62).
(1) Kanunilik
61. Somut olayda derece mahkemelerince, bir kamu kurumu olan DSİ’den tahsiline karar verilen başvurucunun alacağına değişen oranlı reeskont faizi uygulanmıştır. Bu uygulamanın dayanağı ise 3095 sayılı Kanun’un 2. maddesi hükmüdür. Bununla birlikte başvurucunun yararına hükmedilen alacağın faizini aşan bir zararı olduğu iddiası bulunmaktadır. Başvurucunun bu iddia doğrultusunda 818 sayılı mülga Kanun’un 105. maddesi (6098 sayılı Kanun’un 122. maddesi) çerçevesinde açtığı munzam zararın tazmini davası ise Mahkemece reddedilmiş ve Yargıtay’ca onanan bu hüküm, karar düzeltme istemi de reddedilerek kesinleşmiştir (bkz. §§ 22-29).
62. 818 sayılı mülga Kanun’un 105. maddesi ile 6098 sayılı Kanun’un 122. maddeleri kapsamında, aşkın zarar (munzam zarar) düzenlenmiştir.
63. Ancak Bakanlığın da belirttiği üzere munzam zarara ilişkin olarak Yargıtay’ın birbirinden farklı iki uygulamasının mevcut olduğu görülmektedir. Yargıtay’ın kimi kararlarında 6098 sayılı Kanun’un 122. maddesi (818 sayılı mülga Kanun’un 105. maddesi) gereğince, para borcunun geç ödenmesinden dolayı alacaklının temerrüde uğrayan alacağın ödenmemesi sebebiyle temerrüt faizini aşan zararı bulunduğunu somut delillerle kanıtlaması gerektiği kabul edilmiştir. Bu kararlara göre yüksek enflasyon, döviz kurundaki artış, piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu alacaklıyı munzam zararın gerçekleştiğini ispat yükünden kurtarmaz (bkz. §§ 35, 36). İkinci görüş doğrultusundaki Yargıtay uygulamalarına göre ise munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmesindeki kusurudur. Zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Bu kararlara göre enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimde bulunması, en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirilmesi olayların normal akışına ve hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmelidir. Bu karinenin aksini yani kusursuzluğunu ve sorumsuzluğunu kanıtlama ödevinin borçluya düştüğü kabul edilmiştir (bkz. §§ 37, 38).
…
72. Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğratılmaktadır (AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011).
73. Anayasa Mahkemesi; kanun koyucunun bir hak olarak öngördüğü veya kamu borcu hâline gelmiş ödemelerin geç yapılması nedeniyle mağdur olunduğu iddiasıyla yapılan başvurularda, alacakta veya hakka konu bedelde meydana gelen değer aşınmalarının başvurucular üzerinde orantısız bir yük oluşturması hâlinde mülkiyet hakkının ihlaline karar vermiştir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, Akel Gıda San. ve Tic. A.Ş., B. No: 2013/28, 25/2/2015). Anayasa Mahkemesi ayrıca, mahkemelerce hükmedilen tazminatın yargılamada geçen süre nedeniyle enflasyon karşısında değer kaybettiğinin tespit edildiği bir başvuruda da ölçülülük yönünden mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Abdulhalim Bozboğa, B. No: 2013/6880, 23/3/2016). Bunun yanında sosyal güvenlik ödemeleri kapsamında mahkeme kararıyla hükmedilen emekli ikramiyesinin değer kaybına uğratılarak ödenmesinin başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemesi nedeniyle de mülkiyet hakkının ihlaline karar verilmiştir (Ferda Yeşiltepe (GK), B. No: 2014/7621, 25/7/2017).
(b) İlkelerin Olaya Uygulanması
74. Başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi çerçevesinde alacağının tahsili istemiyle açtığı dava Mahkemece 19/4/2002 tarihinde kısmen kabul edilmiş, temyiz üzerine hüküm Yargıtay 15. Hukuk Dairesince 6/6/2002 tarihinde onanmıştır. Buna göre derece mahkemelerince, başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi çerçevesinde yaptığı işlerin karşılığı olarak 62.969,69 TL alacağının DSİ’den tahsili gerektiği kabul edilmiştir. Ancak başvurucunun bu alacağının tespit edilmiş olması tek başına mağdur sıfatını ortadan kaldırmamaktadır. Başvurucunun mağdur sıfatının ortadan kaldırılabilmesi için ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir.
75. Somut olayda başvurucuya 62.969,69 TL asıl alacağı yanında 348.027,70 TL tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bununla birlikte başvurucu, alacağına geç kavuştuğundan ve bu süreçte ülkede yaşanan enflasyonist ortamda alacağının değer kaybettiğinden yakınmaktadır.
76. Yukarıda da değinildiği üzere Anayasa Mahkemesinin daha önce gerek norm denetimi kapsamında gerekse de bireysel başvuru kapsamında verdiği çeşitli kararlarında alacakların da mülkiyet hakkı kapsamında olduğu, devlet tarafından alacakların geç ödenmesi hâlinde enflasyon oranları altında olmayan bir faiz ödenmesinin gerek bireyin hakları gerekse de kamu düzeni bakımından önem taşıdığı belirtilmiştir (bkz. §§ 71-73). Anayasa Mahkemesi bu bağlamda kişilerin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacaklarının kamu kurulularınca makul olmayan bir sebeple geç ödenmesi yüzünden değer kaybına uğratılmasının mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul etmiştir (bkz. § 73).
77. Başvuru konusu olayda derece mahkemelerince, başvurucunun alacağı yönünden dört ayrı kalemde farklı temerrüt tarihleri esasları tespit edilmiş; buna göre başvurucunun 486,69 TL tutarındaki alacağının 10/10/1990 tarihi, 2.870,82 TL tutarındaki alacağının 9/6/1988 tarihi, 55.569,36 TL tutarındaki alacağının 16/3/1995 tarihi ve KDV düşüldükten sonra kalan 4.041,82 TL tutarındaki alacağının ise yine 16/3/1995 tarihi esas alınarak hak kazanıldığı belirlenmiştir. Başvurucuya bu alacaklarının toplamı olan 62.968,91 TL ise 348.027,70 TL tutarında işlemiş faiz ile birlikte 23/9/2002 tarihinde ödenebilmiştir.
78. Merkez Bankası verilerine göre enflasyonda meydana gelen artış oranları şöyledir:
– Haziran/1988- Eylül/2002: %203.613
– Ekim/1990 – Eylül/2002: %60.427
– Mart/1995 – Eylül/2002: %4.392
79. Buna karşılık başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen toplam 62.968,91 TL tutarındaki alacağı için aynı dönemde başvurucuya 348.027,70 TL tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bu verilere göre, ödenen faiz tutarına rağmen aynı dönemde enflasyonun yaklaşık kümülatif olarak % 13.254 oranında arttığı, diğer bir deyişle başvurucunun alacağı %1’inden bile daha az bir miktara düştükten sonra enflasyon karşısında bu alacağın önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği görülmektedir. Nitekim Mahkemece alınan bilirkişi raporunda da başvurucunun alacağının enflasyon karşısında değer kaybetmiş olduğunun açıkça belirtildiği görülmektedir (bkz. § 24)…
81. Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır. Bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir.
82. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir….”